Cân Diyârı
Bilinmeyen
hikayelerin kulaktan kulağa fısıltılarıyla örülen bir dünyadan bahsedebilirdik bugün.
Ya da havadan sudan, kuş cıvıltılarından…
Ancak
daha önemli bir işimizin olduğunu söylemekten geri duramayacağım sayın
okur! Burada yersiz gülmelerin, hüznün sarıp sarmaladığı acı hikayelerin
biteviye duygusallığından söz etmeyeceğiz. Ancak iki kelam edip gerisin geri
kabuğuma çekilmektir niyetim. Şimdi, olanları, olacakları ve nadiren görülüp
çoğu kere tahayyül edilenleri konuşalım. Mesela elinde büyükçe bir kovayla
kuyuya doğru yürüyen şu yaşlı amca gibi… Görünüşe göre buralarda bizim
alışageldiğimiz musluklara, Anadolu’da yer yer görülen, genellikle evlerin
çatılarına yerleştirilen su depolarına rastlanmıyor. Havadaki hafif duman
kokusuna, manzaramıza hâkim sarı renk tonuna ve yaşlı amcanın giydiği kırkyama
kıyafetlere bakılacak olursa bulunduğumuz bölgenin biraz eski dönemlere ait
ancak çağları aşmaya aday bir köy yeri olduğunu söyleyebiliriz. Etrafta kendi
halinde oynayan, henüz plastik topların varlığından haberi olmayan, kimi uzun
kimi orta boylu ve adını koyamadığımız bir nedenden olsa gerek hepsi kıvırcık
saçlı olan şu çocuklar, oldukça sevinçli gözüküyor. Tabii, saçlarına ve
sakalına aklar düşmüş amcamız da bu sevinçten payını alıyor. Elini cebine atıp böyle
zamanlar için sakladığı tatlıları hafifçe eğilip onların boyuna inerek ve
gülümseyerek ellerine tutuşturuveriyor. Çocuklar, tatlıları yiyip oyunlarına
devam etsin, yaşlı amca kuyuya yavaş adımlarla yaklaşıyor ve elini hafifçe
alnına götürüp uzaktaki bir evi, işin aslı oradaki bir dostunu gözlüyor.
Havadaki is kokusu kuzeyden gelen bir rüzgarla kayıplara karışıyor. Minik
dostumuz, evin kapısından amcaya doğru koşmaya başlıyor.
Haylazlığı üstünde bu güleç yüzlü esmer çocuk,
mesafeleri kısaltan bir iştiyakla koşup kuyuya, ihtiyarın yanına varmaya
çalışıyor. Birbirine özlemle sarılan bu iki dostun dede ve torun olduğunu
söylememize gerek yok sanıyoruz.
-Geç kaldın
evlat! Nerelerdeydin?
Kıkırdamakla yetindi minik dostumuz.
Sonra hep birlikte kuyudan su çektiler. Eve doğru yürümeye başladıklarında ise
yolda gördüğü arkadaşları dikkatini çekti çocuğun.
-Dede,
onlarla biraz oynayabilir miyim?
-Elbette
oğlum. Ancak güneşin ışıkları daha bir belirginleşmeye başladığında evin yolunu
tutman şartıyla…
İhtiyar,
elindeki kovayı dökülmesin diye ileri geri hafif sarsıntılarla eve götürmeye
çalıştı. Vardığında dilinden birkaç dua cümlesi döküldü. Bir süre kalacak olduğu
herhangi bir yere geldiğinde hep bu me’sur duayı okurdu. İşlerini yoluna koyup
kütüphanesinin önüne geldiğinde eli birkaç kitabın üzerinde dolaştı. Kendini
bildi bileli elini böyle sıra sıra dizilmiş kitapların üzerinde hafifçe
gezdirmeyi severdi. En sevdiği kitabı masasına koyup sandalyeyi tam çekecekken
yaramaz ama bir o kadar da şirin torununun sesiyle irkildi.
-Dede,
dede! Ben geldim.
-Hoş
geldin evlat, içeri buyur!
Büyük küçük demeksizin herkese nazik ifadeler
kullanan bu ihtiyarın geçmişte önemli bir öğretmen olduğunu bilmek, eminim
hepimizi biraz şaşırtacak ve belki de heyecanlandıracaktır.
-Dede, bugün bana bir şey anlatacağını
söylemiştin, söz vermiştin. Bir de hediyeden bahsetmiştin.
-Evet
oğlum, dedi gülümseyerek. Çok tez canlısın. Hele bir soluklan! Bak, oyun
oynamaktan nefes nefese kalmışsın.
-Hayır
dede, o sarı ışıklar kaybolmadan eve ulaşmak için çok hızlı koştum. Ondan böyle
nefes nefeseyim. Dinleyebilirim seni, hadi lütfen anlat!
Torununa
şefkat nazarıyla baktı dede. Onu çok severdi, canının canıydı. Kucağına alıp
saçını okşadı.
-Evlat,
şimdi beni iyi dinlemeni istiyorum. Her söz, her yerde söylenmez; her söylenen dinlenmez,
her dinlenen de kalpte kalıcı değildir, bilesin. İnsanın iyilikleri olmalı,
kimsenin bilmediği. Kimsenin bilmediği hayır hasenatı, yardımları, sadakaları...
Bir de okumalı evlat! İnsan, okumalı. Okudukça ufku açılmalı; denizlerde,
kırlarda dolaşmalı; havayı içine çekip şükre dalmalı. Şükrettikçe çoğalmalı,
artmalı.
Torun, sessizce ve tüm dikkatiyle dedesini
dinlerken olanca sakinliğiyle ekledi ihtiyar:
-Yavrucuğum!
Kişi yaşlanınca çevresindeki insanlar bir bir uzaklaşırmış. Etraftaki sesler
iyice kesilir, resimler silikleşir, hayat tenhalaşırmış. Allah ömür verir de bu
yaşlara erişecek olursan bil ki yalnızlığın tek dostu kitaplardır. Yazmaya
meylin var ise kâğıt kalem yoldaşın, sırdaşındır. Eğer Allah sana bereketli bir
ömür verir de insanların yararına çalışacak ve onların kalplerine dokunacak
olursan bil ki iyilik vefalıdır evlat! Bil ki iyilik artar, çoğalır, yayılır.
Onlar sana gelir ve daha fazla hayırda bulunma fırsatı elde edersin.
Tecrübelerinden onların da istifade etmesini sağlarsın. Evlat! Daha çok
söyleyeceklerim var ama önce bu yaşlı dedene bir bardak su getirir misin?
Bir hışımla
dedesinin kucağından inip bardağı su ile dolduran çocuk, minik ve temkinli
adımlarla masaya yaklaştı. Dedesinin suyu içmesini izleyip onu ne kadar çok
sevdiğini içinden geçirdi. Bu esnada güzel bir gülümseme hediye etti dedesine.
-Elhamdülillah.
Su gibi aziz olasın evlat! Gel şimdi birlikte hediyene bakalım.
Hasır bir iple, üzerine küçük bir kurdele
motifinin iliştirildiği bu güzelim hediye, kıymetli anıların yer aldığı ve
insanlığa ışık tutacak cümlelerle dolu bir eserdi. Yaşını alan ihtiyarın henüz
gençken kaleme aldığı bu eser, zamanla zenginleşip bugünkü halini almış ve bu
yaramaz çocuğa hediye olarak bir kâğıda sarılmıştı. Kitabı verdikten sonra
pencerenin kenarına giden dede şöyle seslendi, sesinden geçmiş yılların
yorgunluğu sezilirken:
-İçindekilere
sonra bakarsın evlat, şimdi benim yanıma geliver bakalım!
Çiçek
saksılarıyla dolu o narin pencerenin meltemde salınan perdesini açtı önce. Karşıda
sarının en pastel tonuyla güneş, batmaya yakındı. Öylece sarı turuncuya,
turuncu ise kızıla dönene kadar beklediler, her biri dalgın, her biri
düşünceli.
-Güneşi
görüyorsun değil mi evlat? Kılıç verevine çekilmiş gibi ufku ikiye bölüyor.
Başka hülyaları süslemek için yolculuk yapıyor. Ömrün sonuna gelindiğini
anlatıyor. Ve bir daha hiç açılmayacakmış gibi sıkıca kapatıyor tüm kelimelerin
ağzını.
Sonra bir
göz kapanıyor, bir çığlık kopuyor. Bir nefes daha sönüyor bu cân diyârında.
Sonra,
sessiz
sedasız,
bu ölüm de
unutuluyor.
Nesibe Sude ÜNAL
Bir gün gelince bizim de sonumuz son nefesin şükrünü hatırlarız umarım...
YanıtlaSil